Custom Search

Türkçenin Dünya Dillerine Etkisi

17 Ocak 2013

TÜRKÇENİN DÜNYA DİLLERİNE ETKİSİ Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ

Öğrenme ve öğretmeler sürecinin bir sonucu olan bu diller arası alışverişler, o dillerin konuşurlarının türlü düzlemlerdeki karşılıklı ilişkilerinden ortaya çıkar. Dillerin dünya üzerinde kapladığı coğrafya ile bu coğrafyada yaşayanların ilişkiler süreci, yani tarih, bu konunun ana eksenleridir; çünkü her kişi ya da topluluk, kendisininkinden farklı coğrafyalarda yaşayan ve farklı bilgilendirme yollarından geçmiş başka kişi ya da topluluklardan yeni şeyler öğrenir ve öğrendiklerinin adını da kendi diline taşır. Bilgilenme, bir toplumun kendi yapıp etmeleri kadar başka toplumlardan öğrendikleri veya öğrenebildiklerine de bağlıdır.

Günümüz insanının bilgilerinin büyük kısmı, içinde yaşadığı toplumdan çok, başka toplumlara aittir. Çağımız insanının birden fazla yabancı dile gerek duyması da bu yüzdendir. Eski devirlerde göçler, savaşlar, ticaret kervanları ve din yayıcılarıyla taşınabilen bilgiler, bugün, çok kısa bir sürede dünyanın her yerine ulaşabilmektedir. Küreselleşmeyi bu anlamda, tekniğin dünyayı küçültmesi anlamında anlamak gerekmektedir. Eski devirlerde yalnızca yöneticilerini eğiten halklar, tek tanrılı dinlerle birlikte eğitim-öğretim hizmetinin demokratikleşmesiyle, cami avlularındaki medreseler ile kilise avlularındaki manastırların bu demokratikleşmenin başlangıç noktalarını oluşturmasıyla hız kazanan bilgi birikimi, daha bu çağlarda ulusal sınırlara sığmaz olmuştu.

Dillerin yazı ve ses kayıt cihazlarıyla kolayca başka yer ve zamanlara taşınabilmesi, dünyayı, ‘çok gezenin çok bildiği bir dünya’ olmaktan çıkarıp, ‘çok okuyan veya çok dinleyenin çok bildiği bir dünya’ haline getirmesi, bilgi birikiminin ve ulaşılan yeni bilgilerin çok kısa bir sürede dünyayı kuşatabilmesi, küreselleşmenin anlamı olmuştur. Topluluklar arasındaki tarih ve coğrafya farklılığına doğru orantılı olarak bağlı olan bu almalar, binlerce yıl önce başladığı kabul edilen, henüz tamamlanmamış ve hiç bir zaman da sona ermeyecek olan bir süreci, “dil ailelerinin oluşma süreci”ni temsil ederler. Arka planında, yakın zamana kadar bir hanedanlar tarihi olan dünya tarihinin kavim bölünme ve birleşmelerinin yattığı bu toplumlar arası ilişkiler süreci, yerli yersiz, gönüllü gönülsüz, haklı haksız dil bölünme ve birleşmeleri yaratır; her dil, bir başka dilden şu veya bu ölçüde etkilenerek, tarih dediğimiz bu süreç, böylece sürüp gider.

Tarihçilerin en güvenilir kaynakları olarak dil verileri, bize, tarihin bir savaşlar tarihinden ibaret olmadığını, savaşların birkaç saatlik, birkaç günlük işler olduğunu, asıl tarihin, savaşlar da dahil, bir ilişkiler tarihi, bir öğrenmeler ve öğretmeler süreci olduğunu göstermektedir. Türkçe, bugün yaşayan dillerin en yaşlılarından biridir ve bu tarih derinliği yanında mekanca da geniş bir coğrafyaya sahiptir. Türkçenin konuşucuları, bu geniş tarih ve coğrafya diliminde birçok devlet kurmuşlar, komşuluklarında yer alan kavimlerden birçok bilgi öğrenmişler ve komşularına da birçok bilgi öğretmişlerdir. Dolayısıyla, Türklerin komşularına öğrettikleri ile komşularından öğrendikleri bilgilerin adları, Türkçe ile ona komşu olarak yaşayan başka diller arasında, oldukça zengin bir söz alış verişine yol açmıştır.

Öğrenme ve öğretmeler sürecinin bir sonucu olan bu diller arası alışverişler, Türkçe kadar komşusu ulusların dillerini de ilgilendiren bir konudur. Türkçe ve komşu diller konusunda, bugüne kadar yüzün üzerinde kitap ve on binin üzerinde makalenin yazılması, Türkçenin tarihçe derinliği ve coğrafyaca genişliğinin bir sonucudur. Sayıları böylesine kabarık olan bu kitap ve makaleler içinde, türkologlara ait olanlar, pek sınırlı sayıdadır; çünkü dediğimiz gibi, bu konu, türkologlar kadar sinolog, hungarolog, islavist, arabist, vb. araştırmacıları da ilgilendirmektedir. “İlk çağlardan beri, gerek Avrupa gerekse Asya’daki tarım kuşağında yaşayan ülkelerin tarih kayıtlarında geçen ve hep kuzeyden geldiği söylenen kavimler arasında değişik adlarla da olsa yer alan Türkler, tarihin bildiği kadarıyla, sadece bozkır kuşağının tek hakimi olmakla kalmamışlar, aynı zamanda, Çin, Kuzey Hindistan ve Ortadoğu’yu içine alan tarım kuşağını da yurt edinmişlerdi.

Bu sebeple de bugün, nüfus yoğunluğu Türkistan, Hazar çevresi ve Anadolu ekseninde olmak üzere yaklaşık 6-7 milyon kilometrekareyi kaplayan Türk dili, tarih içinde, Sibirya’dan Doğu Avrupa’ya, Orta Asya’dan Orta Akdeniz’e kadar yaklaşık 11 milyon kilometrekarelik bir coğrafyaya yayılmıştır” . Bu yazımızda, Türklerin ve dolayısıyla Türkçenin bu geniş coğrafyasında yaşanmış ve yaşanmakta olan komşuluk ilişkilerine bağlı olarak, Çince, Farsça, Urduca, Arapça, Rusça, Ukranca, Ermenice, Macarca, Fince, Romence, Bulgarca, Sırp-Hırvatça, Çekçe, İtalyanca, Arnavutça, Yunanca, Lehçe, Fransızca, Almanca, İngilizce vs. gibi dillerle Türkçenin ilişkilerinden söz edeceğiz” Türkçe ile komşu diller arasındaki alış verişler, Türkler ile komşu uluslar arasındaki bilgi alışverişini gösterir. Komşulardan birinin diğerinden öğrendiği her bilgi, genellikle, komşunun dilindeki adıyla tanındı.

Kısacası, Türkçe ile Türkçeye komşu olarak yaşamış ve yaşamakta olan diller arası ilişkilerin tespiti demek, bir ölçüde, Türklerle komşuları arasındaki ilişkilerin tespiti, Türklerin komşularına öğrettikleri ile komşularının Türklere öğrettiklerinin belirlenmesi demektir. Şimdi Türkçenin komşularıyla ilişkilerini ve bu ilişkiler konusunda yapılan çalışmaları kısaca gözden geçirelim. Bilindiği gibi özel adların her türü, tarih ve coğrafyanın, yani ansiklopedilerin malı olan dil birimleridir ve anlam boşalmasına uğradıkları için dil ve düşünce dünyasının üyeleri olmaktan uzaktırlar. Biz, burada, Türkçenin derin tarih ve geniş coğrafyasından miras kalan her türlü özel adı bir kıyıya bırakarak, Türkçe ile komşu diller arasında, birinden diğerine bilgi taşımış, gittiği dilin anlam örgüsünde kendisine yer bulmuş sözlük birimlerinden söz edeceğiz. ve Türkçenin bu dillerle olan gramer ilişkilerinden, bu konularda yapılmış çalışmalardan söz edeceğiz.

1. Türkçe-Çince İlişkileri

Bugünden binlerce yıl öncelere uzanan Türk-Çin ilişkilerinin ilk devirleri tamamen karanlıktır. Çin kaynaklarında “sien-pi, tu-yü hun, hiung-nu, ti, tik, tinglin, t’ie-le” gibi adlarla zikredilen kuzey kavimlerinin Türklüklerini tarihçiler tartışadursunlar, Türkçede, “Türk” adının ilk defa kullanıldığı Kök Türkler devrinden günümüze kadar süren Türk-Çin ilişkilerinin bile hayli derin olduğu bilinmektedir. Ticaretten savaşa, aynı devletin vatandaşlığından dindaşlığa kadar her türlü komşuluk ilişkilerini yaşamış olan bu iki ulus, günümüz dünyasının en eski komşularıdır. Çağlar boyu süren bu komşuluk, bu iç içelik, mutlaka, bu ulusların dillerine de yansımıştır. Türkçe ve diğer Altay dilleri ile Çince üzerindeki çalışmalar, bugün için çok yetersizdir.

Henüz Altay dillerinin ve Çincenin tarihî sözlükleri hazırlanmamış ve bütün bu dillerdeki kelime kök ve aileleri tespit edilmemiştir. Dolayısıyla, bugün, ancak Çin kaynaklarında geçen “Çin transkripsiyonlu Türkçe kelimeler”den bahsedebiliyoruz veya Türkçede ailesini yahut Altay dillerindeki paralellerini tespit edemediğimiz herhangi bir kelimeyi Çince (veya Farsça, Tohorca, Sanskritçe, Tibetçe, vs.) kabul etmekten daha ileri bir çalışma yapamıyoruz. Çinliler, şu anki bilgilerimize göre, Türklerden çok daha önce yazıyı kullanmağa başlamışlardır. Onların bilhassa Türkçenin yazıya geçirilmiş en eski örneklerinin bulunduğu 8. yüzyıldan daha önceki yazılı eserleri, Türkçeye ve diğer Altay dillerine ait değerli bir malzeme yığınını barındırırlar. Şimdiye kadar değerlendirilemeyen bu malzeme, 8. yüzyıl öncesi Türk tarihi ve Türk dili tarihi açısından çok önemlidir; fakat bu malzeme yığınının değerlendirilmesi güçlüklerle doludur.

Bu güçlükler, 1941’de, L. Ligeti’nin “Çin Transkripsiyonlu Barbar Glosarları Meselesi” adlı yazısında ele alınmıştır. Ligeti, bu yazısında, sinologların Altay dillerinin meseleleriyle ilgilenmediklerinden, Altay dillerini bilenlerin ve bu yolda araştırma yapanların da Çincenin bilmeceleri karşısında kılavuzsuz çırpındıklarından şikayet eder. Bunlara ek olarak, Çincenin tarihinde (bilhassa kelime sonu seslerinde) hem ses hem imlâ bakımından büyük değişiklikler olduğunu vurgulayıp Türkçe-Çince ilişkisini araştırmada yardımlarına muhtaç olduğumuz Çin transkripsiyonlu metinlerin çözümü ile uğraşacakların Çin ve Altay dillerinin tarihlerini bilmeleri gerektiğini belirtir.

Ligeti, adı geçen yazısında, Türkçedeki Çince veya Çincedeki Türkçe unsurlar yerine, ancak “Çin Transkripsiyonlu Türkçe kelimeler” üzerinde durmuştur. Bu konuyla Ligeti’den önce birkaç bilgin daha uğraşmış; fakat Altay dillerini de bilen ve bu yolda en çok çalışan o olmuştur. Tekrar edelim: Bu çalışmalarda söz konusu edilen şey, bu dillerin birbirlerinden aldıkları unsurlardan çok, Çin yazısıyla yazılmış Türkçe kelime ve metinler olmuştur. Ne yazık ki bu konuda da fazla bir yol alınmış değildir. Bu çalışmalar, daha, Çin transkripsiyonlu Türkçe kelimelerin aslî şekillerinin tespitini sağlayacak seviyeye ulaşmamıştır. Nitekim Çincenin ve Türkçenin tarihî gelişmelerini çok iyi bilen ve Karlgren’in sözlüğünü kullanan bazı türkologlar tarafından bu konuda yapılan yanlışları düzeltmeğe çalışan Ligeti bile Hunların meşhur hükümdarının adını Bagator yerine hep Çin transkripsiyonuna bağlı kalarak Mao-tun şeklinde kaydetmiştir.

Aslında, Ligeti’den önce başlayan bu yanlış değerlendirme, “bagator < Moğ. baga ‘küçük,~Tü. baga ‘genç’ Moğ.~ufak ; az’ + Tü. tor ‘kale; kale beyi’ kur-a ‘kale, şehir'” adı yerine Mao-tun şeklinde aslî olmayan bir şahıs adının literatüre girmesine, bizde de Mete gibi bir hayalet sözün doğmasına yol ~açmıştır. Yapısı son derece açık olan ve tor or (~çor-a, > kurgan~Mac. úr “bey”) gibi dal kökleri bulunan bu kelimeyi G. Clauson’un alıntı kelime olarak değerlendirmesini ise anlamak mümkün değildir.

1.1. Türkçedeki Çince Unsurlar: Türkçedeki Çince unsurlar üzerinde henüz monografik bir çalışma yapılmamıştır. Bu yolda şimdiye kadar yapılan tek şey, Çin yazısıyla yazılı Türkçe kelime ve cümleler, şahıs ve yer adları, kısacası Çin harfleriyle transkripsiyonlanmış Türkçe ile ilgilenmek olmuştur. Türkçeye geçmiş, herhangi bir bölgede, herhangi bir devirde Türkçenin malı olmuş, Türk düşüncesinin yapı taşlarından biri haline gelmiş Çince unsurlar, bilimin ölçüleri içinde araştırılmamıştır. Bu konuda elimizde bulunan, ancak, çeşitli sözlük yazarlarının Türkçedeki varlığını açıklayamadıkları bazı kelimeleri özel bir çaba harcamaksızın Çinceye yakıştırmalarından ibarettir.

Meselâ, M. Räsänen, sözlüğünde 147 kelimeyi Çince kaynaklı göstermiştir; fakat ne bu sözlükte Çince asıllı gösterilen kelimelerin hepsinin Çince oldukları, ne de bu 147 sayısı kesindir. Ahmet Caferoğlu’nun Eski Uygur Sözlüğü’nde ise Çince kaynaklı gösterilen 70 söz vardır . Çinlilerin, Türklerin en az iki bin yıllık komşuları olduklarını düşünürsek, bu sayının daha da arttırılma imkanı kendiliğinden doğar. Hatta söz almanın ötesinde, söz dizimi düzleminde gerçekleşmiş etkileşmelerden bile şüphelenmemiz gerekmektedir. Türkçe ile Farsça, Rusça, Bulgarca ve bütün Balkan dilleri arasındaki ilişkiye benzer veya ondan da güçlü ve köklü bir ilişki gerçekleşmiş olmalıdır.

Bilindiği gibi, Türkçeyi gözardı ederek, bu dillerin ne sözlükleri ne de gramerleri yazılabilir. Çince için de durum pek farklı olmasa gerektir; nitekim Çince, bugün çok heceli dillere oldukça yaklaşmıştır. Yeni devirlerin Çincesinden Türkçeye geçmiş unsurları işleyen bir çalışma, 1970 yılında, Moskova’da yayımlandı. Tabiî ki diller arasındaki alıntıların tespiti, yazının yaygınlık kazandığı yeni devirler söz konusu olduğunda, eski devirlerle kıyaslanamayacak kadar kolaydır. Nitekim daha ilk çalışma olmasına rağmen, bugünkü Uygur Türklerinin dilinde 1873 Çince kelime ve şekil tespit edilmiştir. Bu çalışma, dediğimiz gibi Moskova’da, 1970 yılında Rahimoviç tarafından “Çağdaş Uygur Dilinin Çince Unsurları” adıyla yayımlandı.

1.2. Çincedeki Türkçe Unsurlar: ‘Çincedeki Türkçe unsurlar’ sözü bile, zor söylenebilecek bir sözdür. Böyle bir şeyden söz etmek bile, açıklayamadıkları her sözü Çinceden alınmış bir söz gibi sunmağa çalışan ve Çince bilmedikleri halde, bu işten büyük bir zevk alan meslektaşlarımızı çileden çıkaracaktır . Bu meslektaşlarımızın Çince kaynaklı ilan ettikleri sözleri, “Çağdaş Çincenin Sözlüğü” ile Liu Zhengyan, Gao Mingkai, Mai Yongqian, Shi Youwei gibi Çinli dilciler tarafından hazırlanan ve varyantlarıyla birlikte, çeşitli dillerden Çinceye giren 10,000 kelimelik “Çincedeki Alıntılar Sözlüğü” adlı eserlerin Türkçe kaynaklı göstermeleri, oldukça düşündürücüdür.

Bunun, tabii ki bazı sebepleri vardır. Bu sebeplerin en önemlisi, elimizdeki yazılı en eski Türkçe belge ile Çinçenin ilk yazıya geçirildiği devir arasında bin yıllık bir sürenin bulunuşudur. Bir başka sebep, yazının dilden daha elle tutulur bir yapı olarak dilin yerini almasıdır. Eski dilleri bugün için ancak yazı ile izleyebiliyor olsak da, etimoloji çalışmaları yapanların elinde, köklerin dal biçimleri, eski bilgi-yeni bilgi ilişkisine dayalı anlam örgüsü, vb. başka belgeler de vardır . Bu belgeler, en az yazılı belgeler kadar güvenilir kaynaklardır. Burada iki konu bilhassa çok önemlidir. Birinci konu, dillerin ses yapıları ve bugünkü türetme mekanizmalarını geliştirmeden önceki yeni bilgileri adlandırma yoludur.

Diller, kendilerini sınıflandırmada bir ölçek olarak kullandığımız bugünkü türetme mekanizmalarını geliştirmeden önce, yeni bilgileri, değişik ses farlılıklarıyla oluşmuş dal köklerle adlandırmışlardır ve bu kök dallanması, dillerin yazı ile buluşmasından çok önce gerçekleşmiştir . İkinci konu ise, dillerin anlam yapılarıdır. Burada mutlaka önceki ve sonraki bilgi ilişkisi aranmalıdır. İnsan zihninde bir önceki bilgi ile ilişkilendirilmemiş hiçbir yeni bilgi olamaz; her yeni bilgi, önceki bilgilerimizden birinin komşusudur. Bir dilin belli bir zaman ve mekan diliminde kurulan bu ilişki, bir başka yer ve zaman diliminde kurulmamış veya unutulmuş olabileceği için, tarihi boyunca dillerdeki ses ve anlam değişmelerini incelemeyi ana görevi edinmiş olan dilcilik, eş zamanlı ve eş mekanlı çalışmalara gerek duymaktadır. Bilindiği gibi diller biçim ve anlam yapılarından oluşmaktadır ve her iki yapı da değişkendir.

Bireysel olan ses yapıları, anlam yapılarına göre çok hızlı bir değişkenlik içindedir. Gerek dal köklerin yaşama alanı bulabilmeleri, gerek bütün dillerde ortak olan düzensiz ses değiştirme yollarıyla ortaya çıkan biçimler ve gerekse türetme mekanizmalarının çalıştırılmasıyla, yani düzenli ses değiştirme yollarıyla elde edilen yeni biçimler, anlam dallanmalarının bir sonucudur. Bütünüyle sosyal olan dillerin anlam yapıları, yani önceki ve sonraki bilgilerden oluşan anlam örgüleri veya ‘dil içi dünya görüşleri’, etimoloji çalışmalarının en sağlam belgeleridir ve etimoloji çalışmalarının ana amacı da, dillerde ortak olan düzenli ve düzensiz türetmeleri izlemek değil, dillerdeki eski-yeni bilgi ilişkilerini araştırmak, bu ilişkilere dayanarak o dilleri konuşanların bilgilenme yollarını birleştirebilmek, zihin haritasını çizebilmektir.

Yukarıda, ses değişmelerinin ve ses olaylarının, genellikle, bütün dillerde ortak olduğunu, anlam değişmelerinde, birinci-ikinci anlam, yani önceki ve sonraki bilgi ilişkilerinde büyük farklılıkların yaşandığını söylemiştik. Bu farklılıklara rağmen, çeşitli dillerdeki birinci anlam-ikinci anlam, yani önceki ve sonraki bilgi ilişkisinin zaman zaman çakıştığını hayretle görürüz. Bu durum, dillerin ortaya çıkışları konusunda veya bilhassa onların yazının birleştirici ve tutucu işlevinden yararlanamadıkları sözlü devirlerinde olup bitenleri, bu yazı öncesi devir insanlarının dil ve düşünce dünyasını yakalamakta, etimoloji çalışmalarına büyük ip uçları sunar .

Böyle yapmazsak, dil ile yazının buluşmasının insan dilinin oluşum süreci içinde oldukça yeni bir olay olduğu ve diller yazı ile buluştuklarında, kök dal biçimlerinin çoktan oluşup komşu bilgileri adlandırmada kullanıldıklarını göremezsek, yubu-n- ~ çim- ~ çubuk ~ çub ~ suvar-, vb. sözlere rağmen ‘su (~çimgen <sub) sözü Çincedir’ diye veya Türkçe konuşan insanların, yazı yazma bilgisini “yontmak, kazmak, kazımak” bilgisine dayanarak adlandırdıklarını gözardı edersek, yani Türkçe konuşanların eski bilgi-yeni bilgi yar-~ilişkisini görmezlikten gelirsek, yaz- ~ yır ~ kaz- ~ çız- ~ ~yır(t)- yara, vb. ilişkisini ihmal edersek, biti- ilişkisini görmezsek, ‘biti-~bıç-/biç- fiili Çince piet’ten gelir’ diye yüz yıldır süren ve bestesiyle güftesi birbirini tutmayan şarkıları söyler dururuz.

Orkon âbidelerindeki gelişmiş alfabeye, sistemli ve pek ekonomik imlâya bakarak, Türkçenin çok eski bir yazı geleneğine sahip olduğunu, 8. yüzyıldan en az bin yıl önceden beri yazılmakta olduğunu düşünebilir veya Aurel Stein’in ifadesiyle ‘kumlara gömülü şehirler’de eski Türk kültürünü araştırmak için bir türlü başlatılmayan kazılara ümit bağlayabiliriz; fakat eldeki dil malzemesini dikkatlice değerlendirerek bu yorumların veya yeni yapılacak keşiflerin sonuçlarını beklemeden de bazı hükümlere ulaşabiliriz:

Biz, Orkon’da, bir kavim diliyle, yani bir ‘kök dil’ bir ‘kök Türkçe’ ile değil, şiveler ve akraba diller arası iç alıntılar ile beslenmiş, az da olsa, yabancı komşularından aldıklarıyla zenginleşmiş bir imparatorluk diliyle, bir kültür diliyle karşılaşırız. Kök Türk İmparatorluğunun dilinin bir imparatorluk dili olarak Osmanlıcadan veya İngilizceden farkı, birliğe iştirak eden kavimlerin, aynı dilin, yani Eski Türkçenin değişik şivelerini konuşanlardan veya bu dilin akrabası olan dilleri konuşanlardan oluşmasıdır.

Kısacası, Çincedeki Türkçe unsurlar sözü, kolayca söylenebilen bir söz değildir. Yukarıda da söylendiği gibi Çincede Türkçe unsurların bulunabileceği bir çok araştırmacı tarafından düşünülmemiştir. Bir taraftan da yakın zamana kadar, hem Çinceyi hem Türkçeyi bilen Çince veya Türkçe bilginlerinin yetişmemiş olması, bu konudaki araştırmaların Paul Peliot ve öğrencisi Lajos Ligeti’nin ulaştıkları noktada kalmasına yol açmıştır. Son yıllarda yayımlanan Çağdaş Çincenin Sözlüğünün ve Çincedeki Yabancı Sözler Sözlüğünün taranması bile, oldukça ilgi çekici sonuçlar doğurmuştur. Bir Uygur Türkü olan Alimcan İnayet, sağlam bir Çince ve Türkçe bilgisine sahip olmanın verdiği ehliyetle, bu sözlükleri taradığında ilgi çekici sonuçlara ulaşmış ve Çincede 307 Türkçe söz olduğunu tespit etmiştir .

2. Türkçe-Farsça İlişkileri Asya ve Avrasya’nın bilinen en eski kavimleri olan ve İranî olup olmadıkları halâ tartışılan Kimmerler (M.Ö. 12.-8. yy.) ve İskitler (M.Ö. 8.-3. yy.) istisna tutulursa, bildiğimiz ilk Türk-İranî kavim ilişkisi, Hunlar ile Alanlar arasında M.S. 370’lerde olmuştur. Bu tarihlerde doğu-batı yönündeki bir Hun akını, Orta Asya steplerindeki İranî kavimlerin hakimiyetine günümüze kadar son verdi. Daha sonra tarih sahnesine çıkan ne Partuşlar, ne Soğdlar, ne de Sâsânîler, Asya steplerinde söz sahibi olabildiler.

Çinlilerden sonra en eski komşuluğumuz İranlılarla olmuştur. Sâsânîlerden yirminci yüzyılın ikinci çeyreğine kadar İran’ın dâimâ bir Türk devleti tarafından yönetildiğini ve bugünkü devletin sınırları içinde yaşayan halkın yarıdan çoğunun Türk olduğunu düşünürsek, bu ilişkinin sadece çok uzun değil, aynı zamanda çok derin bir ilişki olduğunu anlarız. Hele son bin yılda Türklük dünyasının ortasında kalan İranlılar ile Türkler, bu uzun komşuluk ilişkisi sırasında birbirlerinden pek çok şey öğrenmişlerdir. Ankara’da, 1995 yılında yapılan bir yayın, bu ortaklaşalığın bugün bile sürdüğünü göstermektedir. A. Dilberipur’un “Türkçe-Farsça Ortak Kelimeler Sözlüğü”, bize, bugünkü Fars ve Türk dilleri sözlüklerinin 7.000 sözünün ortak olduğunu göstermektedir

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.