Custom Search

Deyimler – I – İ

16 Ocak 2013

DEYİMLER – I – İ

I
Icığını cıcığını çıkarmak:
1. Her yanını ellemek, didiklemek.
2. Bir meseleyi en ince ayrıntılarına kadar soruşturmak, incelemek.”İyice ıcığını cıcığını çıkardınız meselenin.”
Ikınıp sıkınmak: Bir işi yapabilmek için kendini çok zorlamak.”Ikınıp sıkındı ama bir çare bulamadı.”
Isıtıp ısıtıp önüne koymak: Daha önce meydana gelmiş bir olayı ya da bir işi bir düşünceyi yeniden, sık sık tekrarlamak.
Iska geçmek:
1. Hedefe isabet ettirememek, vuramamak.
2. Üzerinde durmamak, önem vermemek, atlamak.”Bu sefer de ıska geçersen kaybedeceksin.”
Iskartaya çıkarmak: İşi yaramaz, değersiz bularak bir yana atmak.”Beni hiç kimse ıskartaya çıkaramaz.”
Işığı altında: Bir durum veya düşüncenin konuyu aydınlatmasından yararlanarak, onu göz önünde tutarak.
Işık tutmak:
1. Karanlık bir yeri ışıkla aydınlatmak.
2. Bilgisiyle, düşüncesiyle bir konuya açıklık getirmek, tutacağı yolu göstermek.”Kutlu Peygamber hemen her konuda ışık tutardı çevresindeki insanlara.”
İ
İbret almak: Kötü bir olaydan etkilenerek ders almak.”Görmesini bilseydi ibret alırdı her hâlde.”
İcabına bakmak:
1. Gereğini yerine getirmek.
2. Yok etmek, ortadan kaldırmak.”O adamın icabına bakarız, merak etme sen.”
İç çekmek: Üzüntüyle göğüs geçirmek, derin derin soluk alıp hıçkırıkla ağlamak.”Yavrucağın iç çekişi dayanılır gibi değildi.”
İç etmek: Eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeden kendisine mal etmek, ortadan kaldırıp kimseye göstermemek.”Babasına bildirmeden o kadar parayı iç etmiş.”
İç gıcıklamak:
1. Huylandırmak.
2. İstek uyandırmak.
İçi açılmak: Sıkıntısı dağılıp gitmek, ferahlamak.”Denizi, kuşları, ağaçları seyre dalarım, böylelikle içim açılır, rahatlarım.”
İçi cız etmek: Ansızın içi sızlamak, çok üzülmek.”O zavallı ihtiyarı birden bire karşımda görünce içim cız etti.”
İçi çekmek: Canı arzu etmek, istek duymak.
İçi çıfıt çarşısı:
1. Başkaları için daima art niyet besleyen, içinden türlü kötülükler geçiren.
2. Çok karışık. İçi dışı bir: İkircikli olmayan, iki yüzlü davranmayan, düşündüğünü açıkça söyleyen, özü sözü bir olan.”İçi dışı bir olan insanlara her zaman güvenebiliriz.”
İçi dışına çıkmak:
1. Kusmaktan ötürü çok fena olmak.
2. Bindiği taşıtın çok sarsılması yüzünden bedenî rahatsızlık duymak.
İçi erimek: Kaygı duymak, çok üzülmek.
İçi geçmek:
1. İstemediği hâlde uyuya kalmak.
2. İşe yaramaz duruma gelmek.
3. Yaşlılıktan, zayıflıktan gücü azalmış olmak; hiçbir şeye ilgi duymamak.”O artık içi geçmiş bir ihtiyardır.”
İçi gitmek: Çok fazla istek duymak.”Vitrindeki kızarmış tavuklara içim gidiyordu ama param olmadığı için alıp yiyemiyordum.”
İçi içine sığmamak: Çok heyecanlanmak, coşkunluk duymak ve sevincini belli etmekten kendini alamamak.”Annemi karşımda görünce ne yapacağımı şaşırdım, içim içime sığmıyordu, koşup boynuna sarıldım.”
İçi kabarmak (kalkmak):
1. Midesi bulanmak.
2. Duygulanıp heyecanlanmak.
3. Taşkın bir ağlama duygusu içinde olmak.”Ne berbat bir koku, içimiz kabarmadan kalkalım buradan.”
İçi kan ağlamak: İçten, büyük bir üzüntü duymak; dıştan belli etmeyerek çok acımak.”Çocuğunun yüzüne bakarken içim kan ağlıyordu.”
İçi kazınmak: Çok acıktığından ötürü midesinde eziklik duymak.”Sabahtan beri açtı, içi kazınıyor ama belli etmemeye çalışıyordu.”
İçinden gülmek: Birisine sezdirmeden içten içe gülmek, eğlenmek.
İçinden okumak:
1. Dudaklarını kıpırdatmadan, hiç ses çıkarmadan okumak.
2. Ses çıkarmadan sövmek, beddua etmek.”Hikâyeyi şimdi de içinizden okuyacaksınız.”
İçinden pazarlıklı: Sinsi, yapacağı kötülükleri sezdirmeyen.”Senin gibi içten pazarlıklı adamlarla iş yapmam ben.”
İçine atmak:
1. Derdini, sıkıntısını kimseye söylememek.
2. Kendisine yapılan kötülüğe karşı sesini çıkarmamakla beraber, bunu unutmamak.”O her şeyi içine atar, bir gün kanser olacak diye korkuyorum.”
İçine dert olmak: Yapmak istediği bir şeyi yapamadığı için kaygılanıp üzüntü duymak.”Hastahanedeki arkadaşımı ziyarete bir türlü gidemedim, bu da içime dert oldu.”
İçine doğmak: Malûm olmak, bir işin olduğunu ya da olacağını sezinlemek, tahmin etmek.”Onun bize geleceği sanki içime doğmuştu.”
İçine işlemek: Duygulanmak, etkilenmek, dokunmak.”Babamın o etkili sözleri âdeta içime işlemişti sanki.”
İçine çekilmek (kapanmak): Duygularını kimseye açmamak, çevresindeki kişilerle ilişkisini kesmek, yalnızlığa gömülmek.”Kardeşinin ölümünden sonra içine çekildi, kimseyle görüşmüyor.”
İçine kurt düşmek: Kuşkulanmak, kendisine zarar geleceğinden şüphe etmek.”Tilkiyi civarda dolaşırken gördüğü andan itibaren içine kurt düşmüştü.”
İçine sindirmek: Benimsemek, iyice kabul etmek.
İçine sinmemek:
1. İçi rahat etmemek, yaptığı şeyden memnun olmamak.
2. İstediği gibi olmadığı için rahatlık, mutluluk duymamak; tadına varamamak.”İşi bitirdim ama hiç de içime sinmedi.”
İçine sokacağı gelmek: Birini aşırı ölçüde, çok sevmek.
İçine yedirememek: Benimsememek, kabul edememek.
İçini dökmek: Dertlerini, sıkıntılarını, üzüntülerini anlatmak.”Şu koca dünyada içimi dökecek bir insan bulamadım.”
İçini kemirmek: Bir üzüntü ve düşünce dolayısıyla rahatsızlık duymak.”İçini kemiren bu düşünceden kurtulmak istiyordu.”
İçini (bir) kurt yemek: Sürekli olarak bir kaygı içinde olmak
İçi parçalanmak (paralanmak): Birine acıyarak çok üzülmek.”Onun bu hâlini gördükçe içim parçalanıyor.”
İçi rahat etmek: Endişelenecek bir durum bulunmadığını öğrenerek sıkıntıdan kurtulmak, rahatlamak.”Ne yapayım, ben anneyim, onlar sağ salim dönerlerse içim rahat edecektir ancak.”
İçi sızlamak: Bir şey veya kişinin içine düştüğü durum sebebiyle üzülmek.
İçi titremek:
1. Çok üşümek.
2. Çok istek duymak.
3. Bir zarar gelecek korkusu içinde bulunmak.”Hava iyice soğudu, içim titremeye başladı, haydi içeri girelim.”
İçi yanmak:
1. Çok susamak.
2. Büyük bir acı sebebiyle çok fazla üzülmek.”Sanki yalnız onun içi yanıyordu.”
İçler acısı: Oldukça üzücü, çok acıklı. İçli dışlı olmak: Teklifsiz, çok samimi, sıkı fıkı, senli benli olmak.”Biz Fatma`yla iyice içli dışlı olduk.”
İçtikleri su ayrı gitmemek: Sıkı fıkı dost, samimi arkadaş olmak; birbirlerinden saklayacakları bir şeyleri bulunmamak.
İdare etmek:
1. Yönetmek, çekip çevirmek.
2. Tutumlu olmak, kullanmak.
3. Elvermek, yetmek, yetişmek, korumak, kurtarmak.
4. Hoş görmek, göz yummak.
5. Örtbas etmek.”Bu ayakkabıyı bu fiyata veremem, çünkü idare etmez.”
İfade vermek: Sorguya cevap vermek.
İflâhını kesmek: Gücünü tamamiyle yok edip bir daha karşı koyamayacak, düzelemeyecek, iş yapamayacak duruma getirmek.”Ben adamın iflâhını keserim, anladın mı?”
İfrit olmak: Çok öfkelenmek; aşırı ölçüde, kendini kaybedecek kadar sinirlenip kızmak.”İfrit oluyorum şu adamın hareketlerine.”
İğne atsan yere düşmez: Çok kalabalık, yürünecek gibi değil.
İğne ile kuyu kazmak: Zor denecek bir işi yetersiz araç ve gereçlerle başarmaya çalışmak.
İğne ipliğe dönmek: Aşırı derecede zayıflamak, kilo vermek.”O iri yarı adam hapisten çıktı ki iğne ipliğe dönmüş.”
İğneli söz: Dokunaklı, kırıcı, üzücü söz.”O iğneli sözlere ben bile dayanamazdım doğrusu.”
İki ahbap çavuşlar: Hemen her yerde birlikte görülen, birbirlerinden ayrılmayan iki arkadaş, dost.
İki arada bir derede (kalmak): Sıkışık, zor şartlar altında (kalmak).
İki ayağını bir pabuca sokmak: Bir kimseyi, bir işi yapması için zorlamak, sıkıntıya sokmak.
İki cami arasında kalmış beynamaza dönmek: İki yoldan hangisini tutacağını; şöyle mi, böyle mi yapacağını bilememek; şaşırıp bir şey yapamaz olmak.
İki cihanda yüzü ak olmak: Doğru ve faziletli yaşayıp dünya ve ahrette mükâfat görmek.
İki çift söz etmek: Bir araya gelip birkaç söz söylemek.”Ne zamandır seninle bir araya gelip de iki çift söz edemedik.”
İki eli kanda olsa: Ne kadar önemli olursa olsun, elindeki iş hiç bırakılamayacak derecede olsa bile.”Söyleyin ona, iki eli kanda olsa da durmasın gelsin.”
İki eli (birinin) yakasında olmak: Ahrette, hesap gününde ondan davacı olmak; hakkını istemek.
İki gözü iki çeşme: Sürekli, çok ağlayarak.”Kadıncağız iki gözü iki çeşme ağlayıp duruyormuş.”
İkili oynamak: Birbirine karşı olanlardan hem birini, hem ötekini çıkarı için destelemek.”Sendika başkanı ikili oynuyormuş.”
İki paralık etmek: Değerini, onurunu çok düşürmek.”Seni arlanmaz utanmaz seni, beni iki paralık ettin, senin yüzünden topluma çıkamaz oldum!”
İki rahmetten biri: Ağır hasta olan birisi için “ya şifa, ya ölüm” anlamında kullanılır.
İki sözü bir araya getirememek: Düşüncelerini, duygularını düzgün bir biçimde anlatamamak, güzel konuşma becerisinden yoksun olmak.
İki yakası bir araya gelmemek: Geçim sıkıntısı içinde olmak ve borçtan kurtulamamak, gelir ve giderini denkleştirememek.”Bilmiyorum ne zaman iki yakamız bir araya gelecek.”
İleri geri konuşmak: Yersiz, kırıcı, yaralayıcı biçimde konuşmak.
İleri gitmek: Söz ve davranışta ölçü dışına çıkmak; gereksiz, aşırı davranışta bulunmak ve haddi aşmak.”O saygısız adamın daha fazla ileri gitmesine fırsat verilmemelidir.”
İlk göz ağrısı:
1. İlk doğan çocuk.
2. İlk sevgili.
İmana gelmek:
1. Hak dini olan İslâm`ı kabul etmek.
2. En sonunda doğruyu söylemek.
3. Önceden kabul etmediği şeyi sonradan kabul edip uymak.”İmana gel, tövbe et ki öbür dünyada mutluluğa eresin.”
İnce eleyip sık dokumak: Titizlik göstermek, bir şeyi en ince ayrıntılarına kadar araştırmak, gözden geçirmek.”O kadar da ince eleyip sık dokunacak bir iş değil, kaygılanma.”
İn cin top oynamak: Issız, sessiz olmak, bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak.”Adada in cin top oynuyordu sanki.”
İncir çekirdeğini doldurmaz: Çok az veya pek önemsiz.”Ne akılsız adam bunlar, kavga etmelerine sebep olan mesele incir çekirdeğini doldurmaz bile, ayırın şunları.”
İnme inmek: Felç olmak, bedenin bir yeri hareketsiz ve duygusuz duruma gelmek.”Adamın sağ yanına inme inmiş diyorlar.”
İnsan eti yemek: Birini çekiştirmek. İnsan evlâdı: İyi, anlayışlı, ahlâk sahibi insan.”İnsan evlâdı olmasaydı, tanımadığı birine onca yardım yapar mıydı?” İnsan hâli: Olabilir, doğaldır, hoş karşılamak gerekir.
İnsanlıktan çıkmak:
1. Çok zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış olmak.
2. İnsanî niteliklerini yitirmek, insana yakışmayacak davranışlarda bulunmak.
İnsan sarrafı (olmak): İnsanların karakterini çabucak anlayacak duruma gelmiş (olmak).”Dedem insan sarrafıdır, onu bir görse ne biçim bir adam olduğunu hemen anlayıverir.”
İpe çekmek: Asarak öldürmek.
İpe un sermek: İstenilen işi yapmamak için birtakım bahaneler, sebepler ileri sürmek, güçlük çıkarmak, engeller göstermek.
İpi koparmak: Bağlı bulunduğu yer ya da kişi ile ilişkisini kesmek, aradaki anlaşmazlığı artırmak.
İpin ucunu kaçırmak: Bir yeri yönetmede veya bir şeyi kullanmada gereken ölçüyü kaçırıp, artık duruma hâkim olamamak; çıkmaza girmek.”Biraz daha dikkatli olmalıyız, yoksa ipin ucunu kaçıracağız.”
İpi sapı yok: Birbirini tutmaz, yersiz, anlamsız, işsiz, yersiz yurtsuz, saçma sapan.”İpi sapı yok bu sözlerin, daha inandırıcı olmalısın.”
İpiyle kuyuya inilmez: Kendisine güvenilmez, ona güvenilerek bir işe girilmez.”O ipiyle kuyuya inilmez adamla yola çıkmam ben.”
İple çekmek: Zamanın gelmesini sabırsızlıkla beklemek, çok istemek.”Yarını iple çekiyorum.”
İpucu vermek: Aranılan şeyi bulmaya yarayan işareti, onu açıklamaya yarayan bilgiyi vermek.”Bir ipucu vermezsen bu bilmeceyi çözemeyeceğim.”
İsabet etmek:
1. Nişan alınan yere değmek, rastlamak.
2. Çıkmak.
3. Yerinde iş görmüş olmak.”Böyle karar vermekte çok isabet ettiniz.”
İskele vermek: Vapura binmek, vapurdan inmek için iskeleyi uzatmak.
İsmi var, cismi yok:
1. Sözü edilen bir kimse veya şeyin gerçekte var olmadığını anlatmak için kullanılır.
2. Adı olmasına karşılık görevini ve etkinliğini yerine getirmeyen, varlığı ile yokluğu arasında bir fark bulunmayan.
İster istemez:
1. Zorunlu olarak, elinde olmadan.
2. İstemesi üzerine, hiç vakit geçirmeden, istediği anda.”İster istemez ben de ona bağırdım.”
İstifini bozmamak: Bir olay karşısında aldırış etmemek, durum ve davranışını hiç değiştirmemek.”Karşıma geçmiş avazı çıktığı kadar bağırıyordu, bense istifimi bozmadan bekledim.”
İş ayağa düşmek: İş sorumsuz, yetkisiz ve beceriksizlerin elinde kalmak.”Bunlar da işi iyice ayağa düşürdüler.”
İş başa düşmek: Beklediği yardım gelmeyince, kendi işini kendisi yapmak zorunda kalmak.”İş başa düştü desene!..”
İş çatallanmak (çatallaşmak): Bir işin sonuca oluşması konusunda türlü güçlüklerle karşılaşmak, ya da çeşitli seçeneklerle yüz yüze gelmek, sonuca nasıl ulaştırılacağı bilinemez olmak.”İş gittikçe çatallaşıyor, sense aldırmıyorsun bile.”
İş çığırından çıkmak: Bir iş asıl amaçtan çıkarak düzelmesi güç bir durum almak, bir bozukluk ve kargaşalık baş göstermek.
İş inada binmek: Bir işi yapmakta direnmek.
İşi düşmek: Birinin yardımına ihtiyaç duymak.”Eh, onun da bize işi düşecek bir gün.”
İşe koşmak: Birini bir iş yapmak üzere görevlendirmek, göndermek.
İşi ağırdan almak: Acele etmemek, bir işi yapmak için isteksiz görünmek.”Söyle onlara, işi ağırdan almasınlar, müşteriler mal bekliyor.”
İşi azıtmak: Yanlış ve aşırı yollara sapmak.”Bu çocuk da işi iyice azıttı.”
İşi Allah`a kalmak: Güç şartlar altında, beşerden hiçbir yardım umudu kalmamak.”Kime baş vurduysa bir sonuç alamadı, artık işi Allah`a kalmıştı.”
İşi başından aşmak: Pek çok işi olmak, iş içinde kaybolmak.
İşi bitmek:
1. Hâli, gücü kalmamak.
2. Yaptığı işi sona ermek.”Git de bak, babanın işi bitmiş mi?”
İşi duman olmak: İşi ve durumu kötü olmak, berbat bir durumda bulunmak.
İşi iş olmak: İşi yolunda, iyi olmak; hâlinden memnun bulunmak.”İşi iş herifin, baksana yan gelip yatıyor her gün.”
İşinden olmak: Bir süredir yaptığı işi elinden gitmek, görevini yitirmek.”Haydi canım, yoluna git de patronunla kavga etme; yoksa işinden olacaksın.”
İşi sıkı tutmak: Gevşekliğe yol açmamak, işe gereken önemi vermek ve sağlıklı yürümesini sağlamak.
İşi tıkırında olmak: İşi çok uygun ve iyi olmak.”O konuşmayacak da ben mi konuşacağım, işi tıkırında adamın.”
İşi yokuşa sürmek: Yapılabilir, görülebilir işi yapmamak için güçlük çıkarmak, bahaneler ileri sürmek.
İşkembeden atmak: Uydurarak söylemek, tutarı olmayan sözler sarf etmek.”Ona sakın inanmayın, işkembeden atıyor.”
İş sarpa sarmak: İş, içinden çıkılması zor bir durum almak; engellerle karşılaşmak.”İşler sarpa sarmadan çekip gidelim buradan.”
İşten el çektirmek: Görevden uzaklaştırmak.”Yolsuzluk yaptığı iddiası ile işten el çektirdiler ona.”
İş yok: O şeyde yarar yok, faydası olmaz.”O arabada hiç iş yok, almaya değmez.”
İte kaka: Zorla, güçlükle.”Adamı her sabah ite kaka işe götürüyoruz.”
İtibar kazanmak: Saygınlık görmek, kendisine değer verilmek.
İt sürüsü kadar: Gereğinden fazla, oldukça çok, kalabalık.”İt sürüsü kadar adam, nasıl başa çıkacağız bunlarla.”
İyi etmek:
1. Hastalıktan kurtarmak, sıhhatine kavuşturmak.
2. Yerinde bir davranışta bulunmak.
3. Bir şeyi gizlice almak, kendisine mal etmek.
İyi gözle bakmamak: Birisi hakkında iyi düşünmemek, kötü niyet beslemek.”Komşuları ona hiçbir zaman iyi gözle bakmadılar.”
İyi gün dostu: Dostlarının sıkıntılı günlerinde onlardan kaçan kimse.”Bize iyi gün dostu gerekli değil.”
İyi saatte olsunlar: Cinlerden söz edilirken kullanılır. İzinden yürümek: Birine içten bağlanarak onun başladığı işi aynı anlayışla sürdürmek, fikirlerini ve hareketlerini aynen benimsemek
İzi silinmek: Yok olmak, ortadan kaybolmak.”Çiçek hastalığının bu kasabada izi silindi hemen hemen, çünkü çocuklar aşılanıyorlar.”

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.